Cumhuriyet ve İstiklal Savaşı tarihimiz mucizelerle doludur. İlk kurşunu atan Hasan Tahsin mi ararsın, Sütçü İmam mı, Nene Hatun mu, Kara Fatma mı, Elif Bacı mı?
Bugün de o mucizelerden birisini hatırlıyoruz. 12 Mart İstiklal Marşımızın Kabulü ve Mehmet Akif Ersoy. Onun İstiklal Marşı’nı yazma öyküsü de en gururlu en özel mucizelerden birisidir.
Anlamı ve yazıldığı dönemdeki olaylar dikkate alındığında İstiklal Marşı ile ne kadar gurur duysak azdır. Genelde ülkelerin kurulduktan sonra milli marşları yazılmıştır. Bestelenmiştir. Ya da halkın yıllardır bildiği, vatanları ile özdeşleşmiş bir şiir bir şarkı millî marş kabul edilmiştir.
Bizim Milli Marşımız ise ne ülkemiz kurulduktan sonra yazıldı ne de halkımızın yıllardır bildiği, vatan ile özdeşleşmiş bir şiir ya da şarkı idi. Onun hikâyesi bambaşka, şahsına münhasır ve çok özeldi. Çünkü o Mehmet Akif isimli bu toprakların yetiştirdiği özel bir şair tarafından yazıldı. Çanakkale’de ölen Mehmetleri yüreğinde hisseden, şiirlerini para ve şöhret için yazmayı reddeden bir şairin eseriydi. İşte bu nedenledir ki şiir kadar Mehmet Akif Ersoy ismi de her yıl 12 Mart’ta unutulmaz. Anılır. Resimleri şiir ile bir olmuştur. Yaşatılır. Gri beyaz saçları ve sakalı, hüzünlü gözleriyle şiirinin ardından bakar: ‘’Unutma! Ne yaşadı bu millet sakın unutma, hatırla çocuk.’’ der gibidir sanki her birimize. Onun adı şiirinin sonuna atılmış bir imza değildir. Mutlaka İstiklal Marşı’nın yanında küçük de olsa bir resmi ile hep yanımızdadır.
Mehmet Akif yazmasaydı elbet bir şiir bulunacaktı. Fakat ülkemizin içinde bulunduğu durumu bu kadar güzel anlatan olacak mıydı? İşgal kuvvetlerine hakaret etmeden ne kadar ahlaksız bir savaş yürütüldüğü anlatılabilecek miydi?
Bu topraklar bir Mehmet Akif Ersoy yetiştirdi. O, Kuvve-i Milliye birliklerine moral versin, savaşma güçlerini geri kazansınlar diye Ankara’daki Millet Meclisi’nin açtığı yarışmaya katılmadı. Çünkü meclisin yarışma sonunda vereceği 500 altını kabul etmek istemiyordu. “Ben savaşta varını yoğunu kaybetmiş bu halkın parasını nasıl alırım? Almam! Alamam!!” diyordu. Öyle de yaptı. Almadı. Yarışmaya araya giren hatırlı arkadaşlarının zoruyla katıldı. Gitti. Çekildi inzivaya. Ne yazmalıydı? Nasıl başlamalıydı? Çok düşündü. Günlerce düşündü. Sonunda bir gün dökülüverdi cümleler dudaklarından. Hatta kalem bulamadı da “Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak” cümlesini tırnağıyla kazıdı duvara, unutmasın diye. Şiirini tamamladı ve meclise “Kahraman Ordumuza” ismiyle sundu. Millet Meclisi’nde okunduğunda gözlerinde gururlu ve hüzünlü gözyaşları, elleri alkışlamaktan terlemiş ama alkışa çılgınca devam eden milletvekilleri heyecanla birbirlerine sarılıyorlardı. İşte bu. Milletin azim ve kararlılığı ancak bu dizeler ile anlatılabilirdi.
Yıl 1921 idi. Yani daha Büyük Taarruz yapılmamıştı. Yani daha cumhuriyet ilan edilmemişti. Bir grup çılgın, kendini bilmez, meçhule gittiği söylenen meclis üyeleri, Mustafa Kemal adlı bir asi, elebaşı ve onlara inanmış kimsesiz bırakılmış her şeyini umudunu bile kaybetmiş Anadolu insanı savunuyordu vatan kabul ettiği küçük bir kara parçasını. Öyle etkili olmuştur ki şiir, okunduğu her yerde kısa bir süre içerisinde benimsendi. Türk Halkı şiiri bağrına bastı. Şiirden aldıkları güç ile bir mazlum millet zafere ulaşmıştır.
İşte İstiklal Marşı budur. İyi ki de yazılmış. Her okuduğumuzda son derece eşitsiz ve haksız bir savaşın ortasındaki Anadolu insanını ve mücadelesini hatırlatıyoruz. Önce yerel sonra da topyekûn savaşma gücünü kaybetmemek için kahraman ordunun ne zor şartlarda savaştığına tanık oluyoruz.
Sizler de bu duygu ve düşünceler ile okuyun. Korkmayın. Çünkü bu gökyüzünde kırmızı renkli bayrağımız hep dalgalanacak. O son ocak hiç sönmeyecek. Tek dişi kalmış canavarlar hep var olacak. Ama bizim iman dolu göğsümüz, inancımız hep var olacak.
Bu topraklar bir Mehmet Akif Ersoy yetiştirdi. Ruhu şad olsun. Şiirimiz sonsuza dek bağımsız ülkemizin marşı olsun.
Berna Deveci