Tarih boyunca gelmiş geçmiş bütün medeniyetler renklere anlam yüklemişlerdir. Sevinçlerin, üzüntülerin, kutlamaların, kısacası yaşanılan her olayın bir rengi vardır. Siyah üzüntüleri, parlak renkler ise sevinçleri temsil eder çoğu zaman. Peki ya savaşlar? Sahi savaşların bir rengi var mıdır? Evet var! Sarı siyah. Bu öyle bir renk ki ne siyah ne sarı. İkisinin arasında kalmış sonbahar gibi hüzünlü bir renk. Soluk renkli asker fotoğrafları ya da gerçek savaş görüntülerinin siyah beyaz siluetleri, hafif grimsi sarıya çalan tonlarıyla yıllar öncesine ışık tutar her baktığımızda bizlere.
Bizim Anadolu insanı ise en çok kırmızıyı sever. Üzüntüsünde de sevincinde de kırmızıdan vazgeçemez. Kırmızı ne alımlı ne güzel ne neşeli bir renktir bu coğrafyada! Yârin yanağındaki al, gelin kızın avucundaki kına, lohusa kadının başındaki kurdeledir. Savaş meydanlarında ise en acısından en gururlusuna kırmızıya taşıyamayacağı kadar anlam yüklemiştir Anadolu insanı. Toprağa düşen şehidinin kanı, şehidinin kanıyla boyanmış bayrağının rengi!
Ama bugün ne siyah-beyaz ne sarı-gri ne de kırmızının günü. Çünkü bugün 18 Mart. Bütün renklerin iç içe geçtiği, anlamını yitirdiği, solduğu gün. 109 yıl önce bugün, Çanakkale denilen küçücük bir kara parçasına siyahından beyazına her renkten vücut, mavisinden karasına her renkten göz, hakisinden lacivertine her renkten üniforma gömüldü. Mermiler içi içe geçti. Batmaz denilen gemiler battı. On beşinden otuz beşine bir ülkenin geleceği her yaştan evladı soldu. Gitti. Yok oldu.
Çanakkale 15’inde yârini Tokat’tan cepheye gönderen Hediye’nin ağıtında; anaların babaların umudunu kestiği hiç dinmeyen yürek yarasında kaldı. Dilden dile dolaştı. Günümüze ulaştı. İşte bu nedenledir ki Millî Mücadeleden beş yıl önce 1. Dünya Savaşı’nda açılmış bir cephe olmasına rağmen unutulmadı. Çanakkale günümüzde sadece kazanılmış bir cephenin adı değil; Balkanlardan, Tuna boylarından, Selanik’ten, Makedonya’dan boynu bükük dönenlerin artık kaybedecek topraklarının olmadığının farkına vardığı, daha elindekini kaybetmenin acısı soğumamışken kalan toprakların kaybedilmemesi derdine düşüldüğü ölümüne bir mücadelenin adıdır.
İşte bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti var oldukça Çanakkale ve bize hatırlattıkları da yüzyıllar boyunca unutulmayacaktır. Çanakkale’yi özel yapan diğer önemli noktalar ise Milli Mücadele döneminde vatanı birlikte savunacak olan komutanların aynı cephede birlikte savaşmış olmasıdır. Mustafa Kemal, Fevzi Çakmak, Nuri Conker, Ali Fuat, İsmail Hakkı, Kazım Karabekir, Cevat Çoban gibi Kurtuluş Savaşı’nın önde gelen paşaları bu cepheyi birlikte savunmuşlardır (1). Ayrıca Nusret Mayın Gemisi’nin karanlık limana, kıyıya paralel döşediği 11 adet mayın da savaşın gidişatını değiştirmiştir. Rumeli Mecidiye Tabyasına açılan ateş sonucu mermi ateşleme mekanizması bozulan topa 3 kere 215 kilo ağırlığındaki mermileri taşıyan Seyit Onbaşı’nın gayretleri sonucu düşman gemileri yara almış ve boğazdan çıkmak isteyen gemiler manevra sırasında karanlık limana döşenmiş mayınlara çarpmışlardır. İşte 18 Mart 1915’te kazandığımız an tam da bu andır (1).
Aslında Çanakkale Cephesi’nde savaş tam olarak 3 Kasım 1914’te boğazın ablukaya alınmasından, 9 Ocak 1916’da düşmanın çekilmesine kadar sürmüştür. Yani bizlerin 18 Mart Çanakkale Zaferi diye bildiğimiz zafer, sadece denizlerde kazandığımız üstünlüktür. Bundan sonra boğaza giremeyen savaş gemileri filikalar ile askerlerini Çanakkale’nin en uç kısmından karaya asker çıkarmaya başlamışlardır ve türkülere ağıtlara konu olan, burun buruna dokuz ay süren kara muharebeleri işte böylece başlamıştır.
Mustafa Kemal’in 19. Tümeni alıp emirlere itaat etmeyerek karaya çıkan düşman askerlerini ilk karşılaması, 57. Alaya ölmeyi emretmesi, onbeşlilerin cepheye alınması hep bu dönem ve sonrasının hikayeleridir.
Çanakkale’de kadınlarımızın yaptığı katkılar da önemlidir. Kadınlar Hilal-i Ahmer Cemiyeti (bugünkü adıyla Kızılay) aracılığıyla cephedeki Mehmetçiğin üçüncü eli olmuştur. Gerek erzak ve ilaç yardımları gerekse İstanbul ve çevre köylerden topladıkları maddi yardımlar ile askere ellerinden gelen her türlü desteği vermeye çalışmışlardır (2).
Bu nedenledir ki Çanakkale geçilememiştir! Unutulmamıştır! Millî Mücadele’nin fitilini ateşlemiştir. Görülmüştür ki Türk askeri, kadınıyla, çoluğuyla, çocuğuyla ellerinde kalan vatan kabul ettikleri topraklarını savunacaklardır. Ancak doğru örgütlenmiş bir mücadele ile zafere ulaşılabilir, Türk topraklarını ancak bölgeyi iyi bilen yine Türk subay ve komutanları koruyabilir. Bu düşünceler vatansever Türk subaylarının bağımsızlık mücadelesinin çıkış noktası olmuştur.
Sonuçta unutulmaması gereken bir gerçek var. 18 Mart 1915’te geçilemeyen Çanakkale Boğazı’ndan 13 Kasım 1918’de düşman gemileri elini kolunu sallaya sallaya geçmiş İstanbul’a demir atmıştır.
Yani; 55.127 şehit, 100.177 yaralı, 1.067 kayıp, 21.498 muhtelif hastalıklardan vefat, 64.440 harp esnasında cepheden geriye sevk olunan hasta ve hava değişimi alanlar ile birlikte toplam 251.309 kişi (3) boşa uğraşmış olacaktı. Bugün Çanakkale Deniz Zaferi’nin 109. Yılı kutlanabiliyorsa eğer Çanakkale’de omuz omuza savaşan o komutanların azim ve kararlılığını sürdürmesi, halkı iyi örgütleyebilmeleri sayesindedir. Yoksa tarih ardında zaferlerini kutlayacak kimsesi kalmamış mazlum milletlerin zaferleri ile doludur.
Çanakkale Deniz Zaferimizin 109. Yılı kutlu olsun!
Berna Deveci
Yararlanılan Kaynaklar:
1. Eser, S., & Bilgin, T. (2016). Gelibolu tarihi alanı. Kültür ve Turizm Bakanlığı Çanakkale Savaşları Gelibolu Tarihi Alan Başkanlığı.
2.Turk Kızılay (2020, Mart 18) Çanakkale Savaşı’nda Hilal-i Ahmer. https://www.kizilay.org.tr/Haber/HaberArsiviDetay/5037
3. Yıldırım, İ. (2016), Çanakkale muharebelerinde zaiyat ve zehirli boğucu gaz kullanılması, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 26(1), 261-275.