Bir Bahçede Eylül’ü Yaşamak
Bir yanım azgın dalgaların dans ettiği Karadeniz, bir yanım yüksek tepelere yükselen yeşilin her tonunun dans ettiği orman. İçimde çözemediğim sorunlar gibi azgın dalgalar nedeni ile ne denize girebiliyorum ve ne de hiç durmayan yağmur nedeniyle ormana tırmanabiliyorum.
Birden yıllar yıllar önce izlediğim bir filmi anımsıyorum; Kilimanjaro’nın Dağları. Film, Hemingway‘in hikâyesinin açılış sözleriyle başlıyor:
“Kilimanjaro, 19.710 fit yükseklikte karla kaplı bir dağdır ve Afrika’daki en yüksek dağ olduğu söylenir. Batı zirvesine Masai ‘Ngje Ngi’, Tanrı Evi deniyor. Batı zirvesinde bir leoparın kurumuş ve donmuş cesedi var. Hiç kimse leoparın o yükseklikte ne aradığını açıklamadı.”
Hikâye, hayal kırıklığına uğramış yazar Harry Street‘in anılarına odaklanıyor. Afrika’da safari. Harry’in dikenli bir sıyrıktan ciddi şekilde enfekte olmuş bir yarası var ve yavaş bir ölümü bekleyerek çadırının dışında yatıyor.
Hem denize-dalgalara ve hem de dağa-ormana koşmayınca kendimi bin an için enfekte etmiş bir yarası bulunan ve çadırının önünde ölümü bekleyen Harry’e benzettim ama sonra o filmi anılara gömüp günü yaşamayı sürdürdüm.
Bir karayel esiyor ve okşuyor tenimi, birazda üşütüyor. Üç gündür hiç durmadan yağmur yağıyor ve güneş bulutların arasında yitip gitmiş. Ordu bu günlerde sanki Londra. Güneşi görsem hemen orada ağaç olacağım.
Sahilde yalnız azgın dalgaları izliyor ve denizin sesini dinliyorsunuz. Göz alabildiğine uzayıp giden sular bomboş bir tek tekne, vapur ve benzeri bir şey yok. Dalgalar kıyıyı iyice aşındırmış, kemirmiş. İnsanların üzerine uzandığı kumluk alanların yerinde kocaman taşlar var. Havaalanı nedeniyle doldurulan denizde doğa dengesini sağlamaya çalışıyor.
Biz de bazı gazeteciler bir kent hakkında bir yazmak isterlerse genel olarak o yerin belediye başkanı veya valisine konuk olur, onlardan edindikleri bilgileri yazarlar. Halkla iletişim pek düşünülmez. Şimdi Ordu hakkında okuduğum ve benim de gördüğüm Sırrı paşa caddesindeki binaların cephelerinin boyandığı, boş duvarlarının genç sanatçılar tarafından boyandığı, üzerine resimler yapıldığı, trafiğe kapatıldığı vs. Ayrıca trafiğe kapatılmış Süleyman Felek ve Sırrı Paşa caddelerinde çok sayıda kafeler var ve genel olarak dolu. Kent ışıl ışıl ve Avrupa’daki kış için enerji sağlama kaygısı yok. Evlerde genellikle yabancı kadınlar çalışıyor. Tüm bunlar doğru, güzel ve bende gördüm. Fakat denizin karayı aşındırması, fındık üreticilerin ve yoksullaşan halkın çaresizliği gibi temel sorunları kimse irdelenmiyor. Yani bir konutun seramikleri, banyo mutfak dolapları, döşemeleri, boyaları incelenirken depreme dayanıklı olup olmadığı, taşıyıcı sistemi alt yapısı görmezden geliniyor.
Denizle-ormanın arasında Turnasuyu-divani’deyim.
Bahçe’de akşamları ağaçlarda toplanan hep bir ağızdan şarkılar söyleyen kuşlar da yok. Çocukken dinlediğim “Karadır kaşların ferman yazdırır” diye bir türküde “ormanların gümbürtüsü başıma vurur” diye bir dize vardır. Ama bakıyorum orman suskun, gümbürtü yalnız denizden geliyor ve hiç susmuyor.
Bahçede bir ceviz, nar ve limon ağacı; cevizler, narlar ve limonlar olgunlaşmayı bekliyor. Bahçenin olmazsa olmazı karalahanalar.. Kabaklara da bayılıyorum nasıl tırmanıyorlar nasıl ince uzun büyüyorlar. Adını bilmediğim ağaçlar çiçeklerini açmış. Elma ağacının elmaları büyümeden dallarından düşmüş. Siyah incirler oldu olacak. Şimdilik her sabah beş altı tane olmuşunu koparabiliyorsunuz.
Ancak en güzeli ve koparılmaya hazır olanı bulduğu her dala tırmanan o güzel kokulu kara üzüm. Zamanı gelince incirler reçele üzümler pekmeze dönüşecek.
Burada kokulu kara üzeme bir parantez açmak istiyorum. Amerikan kökenli bu asma cinsinin diğer adları Muhacir Üzümü, Laz Üzümü, Adesa veya İsabella’dır. Türkiye’ye Rus yönetiminden Osmanlı ülkesine göç eden Gürcüler tarafından getirildiği söylenir. Adesa’nın adı Odesa’dan gelir.
Bu üzümün uluslararası adı, ise bir kadın adı olan İsabella’dır. Bir iddiaya göre bu üzüme İspanya Prensesi İsabella’dan ismi verilmiştir. Ancak farklı bir kaynak yani 1828 yılında Amerika’da yazılan bir tarım kitabında, bu üzümün kalemlerini İsabella Gibbs adlı bir kadının ürettiği yazılı.
Mevsimi geldiğinde Karadeniz’in bahçelerinde odun ateşi yakılır, her taraf duman kokar. Ateşlerin üzerinde kocaman kazanların içinde kaynatılır üzümler. Kaynadıkça köpük tutan üzümün kokuları mis gibi yayılır havada. Üzüm pekmeze dönüşünce kavanozlara doldurulur. Bu pekmezin en lezzetli kısmı kazanın dibidir.
Kokulu kara üzümün tatlısı da yapılır. “Samaksa” adı verilen bu tatlı muhallebi kıvamında olur ve sütle de ikram edilir.
Çevrede kimseler yok. Bir yalnızlık duygusunu yaşıyor ama doğayla baş başa olduğunuzu düşünerek teselli buluyorsunuz. Bir de yaşlı kedi. Hiç yanımdan ayrılmıyor. Adı Remzi. Akşamları denizin sesini dinleyerek, ormana dalıp, üşümemek için de bir battaniyeye sarılıp saatlerce karanlığın derinliklerinde düşler kurabiliyor anılarla hesaplayabiliyorsunuz. Düşünüyorum da eskiden hep denizde dalgaların içinde olmak isterdim. Ama şu an yüklü bulutların içinde olmak istiyorum.
İzzet DOĞAN. E. İstanbul Hakimi